Ben 35 yaşına kadar falan şiir sevmedim hiç. Sonra Özdemir Asaf’ın “masa” ve “bekle dedi” şiirini duydum bir yerden güzel geldi. Sonra Ülkü Tamer, Birhan Keskin falan derken, bildiğin şiir sevmeye başladım ben. Bu da tam kestiremediğim bir nokta aslında. Şiir mi sevdim yoksa sevince şiir sevmeye mi başladım bilemiyorum. Çünkü ben 30 yaşıma kadar da roman sevmiyordum. Sonra birini sevdim sandım da roman sevmeye başladım o sebeple. O dönemde öyle, gittim klasikleri, modern klasikleri falan hatim ettim. Sonra mesela aşk romanı da sevmezdim. Ama “aşka şeytan karışır’ı” pek sevmiştim.
Böyle arkadaş ortamımda bunları konuşmak istiyorum mesela. Nocturne dinleyip, fuları takıp, hepimiz Bay Heathcliff’in kiracılarıyız demek istiyorum ama konu bir şekilde yerli arabaya, kanal istanbul’a falan bağlanıyor. En fazla 7.sanat konuşuyoruz. O da Martin Scorsese’in sinema değil dediği Marvel filmleri hakkında. Oysa ben The Irisman konuşup, sonra da Vedat Türkali’den bahsetmek istiyorum. Nasip değil demek ki.
George Davidson – Spring Waltz çalarken geldi bunlar da aklıma. Arkadaş sikicem Mozart’ı, değiştir amk yeter artık dedi de. Mozart değil diyecektim o, George Davidson. Demedim ama. İçimde tuttum. Sonra bakmadan sıradakine bastım, o da Chuck Loeb çalmaya başladı. Caz açma amk, başımı ağrıtıyor dedi. Jazz değil bu ya, biraz funk biraz smooth dedim. Neyse ne işte dedi. Sonra Yalın açtım. Bir tek sen eksiksin. Evlenmişsin kaç kere falan dedi Yalın’da.
Yani ben istiyorum böyle şeyler. Mesela hüzünlü bir şey anlatılırken, konuya uygunsa, “dünya hassas kalpler için bir cehennemdir” diyorum. Evet evet deyip geçiştiriyorlar.
Ben de Yalın dinleyeyim çok takmayayım kafaya böyle şeyleri. Evlenmişsin kaç kere falan desin.